Gün çoktan ağarmıştı. Doruklarına kara bulutların çöktüğü dağlar soğuk bir mavi altında ışıldıyor, sanki böylece günlerdir yağan karın gece boyunca verdiği molanın bitmek üzere olduğunu anlatıyordu. Dünyanın başka yerlerini ısıtmaya hazırlanan bir demet cılız güneş ışığı, ezelden gelip ebediyete gidiyormuş sanılan demiryolunun üzerinde soğuk soğuk parlıyor, doğanın bu kendi halindeki el değmemişliğini dağıtıyor, parçalıyordu.
Gece boyunca geçen bir iki tren demiryolundaki karları ezmiş ve onları buz haline getirmişti. Raylardan yansıyan ışık, Eşber’in, dağlar arasında unutulmuş kasabanın biraz uzağına düşen iki gözlü, yalnız ve gamlı lojmanının pencerelerine doluyor, çatısı teneke kaplı lojmanın yüz adım kadar uzağındaki makas kulübesi ise, az sonra bütün gökyüzünü kaplayacak olan ağır ve kederli bir bulutun gölgesinde kalıyordu.
Eşber bu mahzun odayı iyice ağlamaklı kılan kuzineye kalın bir meşe kütüğü attı, sobanın kapaklarını iyice kapattı. Buz gibi soğuk suyla doldurduğu güğümü üzerine koydu. Kuzinenin içindeki kor, kütüğün için için yanmasını sağlayacak, güğümdeki su ısınacak, akşam olunca Eşber, karın örttüğü ayak izlerini sanki varmış gibi takip ederek evine dönünce, sıcak suyla elini yüzünü yıkayacak, üzerinde su içen geyiklerin resmedildiği duvar halısına sırtını dayayarak oturacak, ucu yanık kibritlerini, tutkalını, sigara paketini yanına alacak, aklı kurtların seslerinde geceyi geçirecek ve ertesi gün dünün aynısı bir güne daha başlayacaktı.
Derin vadilerin arasından geçerek, vahşi akarsuların kıyıları boyunca kıvrılarak geldiği ancak karlar eridiğinde belli olan demiryolunun bambaşka hayatlara uzandığını aklına getirmeden; ufkunu çevreleyen bu yalçın dağların ardında bir şey yokmuş, bütün dünya onun hayatını belirleyen eşyalardan ve süzülmemiş, kaba duygulardan ibaretmiş gibi, kendi huzursuz ve dar çemberinin içinde yaşamaya devam edecekti.
Deri gocuğunu, başlığını ve eldivenlerini giymeden önce, takvim yaprağını kopardı, ezan saatlerini, peygamberin fitne üzerine bir hadisini, doğacak çocuğa isimleri, günün yemeğini, Uhud savaşının çok kısa özetini okudu, aklında bir satır bile kalmadı. Elinde tuttuğu bu kâğıt, sıradan bir takvim yaprağı değil, bahara kaç gün kaldığını gösteren ve zamanın geçmekte olduğunu hatırlatarak onu ayakta tutan bir belgeydi. Bahar bir rüya değildi. Bu kâğıt parçası, bahara erişmek için ayaküstü sayılamayacak kadar çok gün olduğunu anlatmakla beraber, baharın varlığını kanıtlıyordu.
Yatıp kalkmakla; mercimek çorbası pişirmekle; yanık kibrit biriktirmekle, bunlardan ev yapmakla; makas kulübesinde oturup geciken trenler için telefon etmekle, yeşil-kırmızı bayrakları sonsuza uzanan beyazlığı en haşmetli halleriyle bozan trenlere doğru sallamakla, makinistlerle selamlaşmakla; onlardan gazete istemekle, tuz, şeker, kibrit sipariş etmekle; geceleri görüntüsü daima karlı bir televizyonun başında uyuyakalmakla; odanın ortasına kocaman bir leğen koyup yıkanmakla; kar getiren bulutların arasından aniden güneş ışınları süzüldüğünde, aynasını jiletini alıp dışarıda tıraş olmakla; çay demleyip içmekle; bahçede patates ve lahana yetiştirmekle, tavukları yemlemekle, kar küremekle; pazar günleri kasabaya yürüyüp oradan peynirle köy ekmeği almakla; günde sadece üç beş kelime konuşmakla geçemeyecek kadar uzun ve ağır bir kışın varlığı, işte elinde tuttuğu bu takvim yaprağında yazılıydı. Senelerdir yaşadığı bu yıpratıcı kışlar hayatını ağır bir hastalığa, ölümün kıyısına gidip gidip gelmeye benzetiyordu.
Yakın çevrede kimseler olmadığı için kilitlemeye gerek duymadığı kapıyı çekip çıktı. Gece boyunca evinin çevresinde dolaştıklarını duyduğu kurtların ayak izlerini görünce gülümsedi. Günün doğmasıyla yeniden başlayan kar sabaha karşı durmuş; iki odalı evinin ardiye gibi kullandığı bir odasında beslediği üç tavuğun kokusunu aldıkça çılgına dönerek kapısını tırmalayan kurtların ayak izlerini henüz örtememişti.
İyi ki kurtlar vardı hayatında. Gözlerinde vahşi ışıltılar gördüğü, avlandıkları zaman beyaz ve sağlam dişlerinden kan sızan kurtlarla arasındaki mücadele, giderek yaşama nedeni olmuş, sonu muhakkak ki kanlı bitecek tuhaf bir oyun haline gelmişti. Tüfeğini yokladı, onların parlak gözlerindeki vahşeti hatırladı.
Vaktiyle genç ve duru olan yüzünü paslı bir sarıya çeviren, habis bir ur gibi ruhunu kemiren bu öldürücü yalnızlığın en büyük avuntusu, yaşamayı bir oyun haline getiren şey, kurtlarla arasındaki bu ilişkiydi. Yalnızlık ona dayanılmaz baş ağrıları veriyordu. Bu yüzden buldukça afyon yutuyor, böyle zamanlarda uçurumun üstüne gerilmiş bir ipte yürüyen cambaz gibi kurtların kendine yaklaşmalarına izin veriyor, evinin etrafını sarmalarından, ömrünü bir makas kulübesinde tüketmeye başlayalı beri anlamlandıramadığı hayatını tehdit etmelerinden hoşlanıyordu. Dağlardan inen delice aç kurtların geceyi yırtan ulumalarından korkan tavuklar bağrışıyor, tavukların bu zavallı sesleri kurtları daha da çıldırtıyor ve Eşber penceresini açıp kendine bir pençe atımı kadar yaklaşmış olan bir kurdun parlak gözüne tüfeğiyle ateş etmekten büyük zevk alıyordu. Böyle gecelerin sabahlarında karda kurtların kanlı ayak izlerini buluyordu. Doğa ona yılın çok uzun bir zamanı boyunca bir tek renk bahşediyordu: Beyaz. Bu körlük gibi bir şeydi. Oysa gözünden vurulmuş bir kurdun bıraktığı kanlı izler ve onların sessizliği bölüp parçalayan ulumaları ona varlığını hatırlatıyordu. Kurtlar olmasa, bu sessiz beyazlığın içinde kendini yok sanacaktı.
Kurtları düşünerek makas kulübesine doğru yürürken, karda kaybolmaya hazırlanan koyu maviyi ansızın gördü. Ne bahar sabahlarında, ne yaz akşamları güneşin kızıllığı eridikten sonra gökyüzüne egemen olan maviliğe hiç benzemiyordu bu mavi. Belki kibritlerin ilk alevlendiği sıradaki maviyi andırdığı söylenebilirdi. Gözlerine inanamadı. Unutulmuş dağlar arasında uzakta gördüğü bu mavilik, hayatında hiç almadığı bir hediyeydi sanki. Usulca başlayan karın giderek soldurduğu maviye gitti, bir muhabbet kuşunu avcuna alır gibi şefkatle kucakladı, makas kulübesine değil, evine doğru yürürken dizlerine vuran bu koyu mavi kumaş içini tarifsiz bir sevinçle doldurdu.
Sonra gece oldu, ilerledi. Karanlık, dağların arasında uzak köylerde, küçük kasabalarda kederli halleri içinde yaşayanlara kendi gamlı yüzlerini gösteren bir ayna gibi etrafı sardı. Eşber’in sabah kucaklayarak evine getirdiği ve gelip geçen trenleri hiç umursamayarak başında beklediği, üstüne yün battaniyeler örttüğü Fidan, donmaktan kurtulmuş, rahat ve huzurlu bir uykuda kaybolmuştu. Uzaktan uzağa kurtların ulumaları duyuluyordu. Ancak Eşber onları duymuyor, yüzü hiç görmediği kadar güzel ve duru olan bu kadının uyanmasını bekliyordu.
Fidan aniden uyandı. Yüzünden ölümcül bir korku geçti. Sonra dehşet ve şaşkınlıkla karışık bir duygu haliyle odaya hızla göz attı. Geyikli duvar halısını, kuzinenin üstünde kaynayan mercimek çorbasının tüten dumanını, mırıltılar halinde sesi gelen televizyonu, üstündeki yanık kibrit evini ve ayakucuna oturmuş ona gülümseyen Eşber’i gördü.
Bu gülümsemede korkutucu, kaçıp kurtulmak duygusu uyandıracak bir şey yoktu. Tam aksine masumdu, kırıktı, epeyce mahcuptu. Bu gülümsemenin onu bir cehennemden başka bir cehenneme götüreceğine ihtimal vermedi, tuhaf bir rahatlama duydu, ağlamaya başladı.
Eşber aylardır korkunun kovaladığını bilmediği bu genç kadının boğulurcasına ağlayışının dinmesini bekledi, sonra fısıltıyla, “Korkmayın bayan,” dedi. “Benden size bir kötülük gelmez.” Bu sözler Fidan’ı yatıştırdı, sağ elini geyikli duvar halısına uzatıp geyiklere dokundu. Geçirdiği karanlık ayların finali olan sabahı ağlayarak düşündü.
Onu dağlar arasındaki bu tuhaf eve atan trene bindiğinde hâlâ korkuyordu. Ama ağırdan başlayan ve giderek hızlanan tren musikisi ona kurtuluşu müjdeliyor sanmış, oturduğu kompartımanı sepetleri, naylon çantaları, denkleriyle doldurmuş, yüzlerinde yenilmiş ve kırgın ifadelerle birlikte bir iç huzuru da taşıyan ailenin varlığı ona güven vermişti. Uzağa gidecekti, çok uzağa. Bu büyük ülkenin karlarla kaplı öbür ucunda, güvenli bir kardeş evi onu sarıp sarmalayacak, aylardır yakasını bırakmayan korku, o evde her şeyi ısıtan sobanın üstüne düşen bir buz parçası gibi hızla eriyecekti.
Genç yaşta kirli bir geçmiş biriktirmiş, parlak ve şatafatlı bir hayata hemen ulaşabilmek için girdiği çıkmaz yolun sonunda, karşısına ölüm korkusu çıkmıştı. Gece boyunca yarı uyur yarı uyanık bir halde yaşadıklarını düşünmüş, kimi zaman dehşet içinde uyanmış, kimi zaman uykusunun arasında kurtulduğunu ve güvenli bir hayata adım attığını görmüştü. Ama bütün bu yarım uykuya rağmen kompartımanı dolduran kalabalık ailenin indiğinin farkında olmamıştı. Bu yüzden sabah kendini havası iyice ağırlaşmış kompartımanda yapayalnız bulunca dehşet içinde kalmıştı. Savunmasızdı, ölesiye korkuyordu.
Peşindeki adamlar trenin yararak ilerlediği bu sonsuz beyazlığın aksine kara ve gerçektiler. Tarzları karanlıktı. Boyunu aşan işlere kalkışmış olmanın ağır hesabını ona ödetmeye kararlıydılar. Gece boyunca varlığıyla ona güven veren aile gibi bir aile bulup onlara sığınmak, böylece kendini biraz olsun güvende hissetmek ümidiyle treni dolaşmıştı. Ancak, kalın ve küt parmaklarıyla yağlı bıyıklarını buran ve parlak gözlerinde açık bir şehvet okunan bir yığın adamdan başka kimse yoktu trende.
Onlar kalabalıktılar. Aradığı güvenli sığınağı, ülkenin unutulmuş topraklarına doğru cesur bir yolculuk yapan bu gözü kara trende bulamayacağını anlamış, paniğe kapılmıştı. Şehvetle bakıyor da olsalar, ürkütücü, ezici de olsalar, varlıklarıyla onu koruyacaklarına inandığı adamların en kalabalık olduğu bir kompartımana girip oturmaya karar vermişti.
İşte ne olduysa, o sırada olmuştu.
Silahının pırıltısı gözünü alan adamı tanımıyordu, daha önce görmemişti, ama peşindekilerden birinin gönderdiği, yolunu kesmekle görevlendirilmiş biri olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Kısa bir an içinde adım adım ona doğru yaklaşan; devetüyü bir paltoyu omuzlarına almış, dar ve çıkık alnında upuzun, kalın bir hat gibi duran kara kaşları hemen göz alan bu adam onlardandı. Duruşuyla, tavrıyla, acelesiz ve küstahça yaylanarak yürüyüşüyle, hepsinden önemlisi, hiçbir ifade taşımadığı sanılan ama yaklaştıkça, vahşet arzusu okunan gözleriyle bu adam, bu trende ancak onun peşinde olabilirdi.
Adamın tetiğe basması ile onun kapıyı açıp kendini aşağı atması aynı anda olmuştu. Yumuşak karın içine yuvarlanırken tren musikisine karışan bir el silah sesi daha duymuş, gözlerini huzurla yummuştu. Ölse bile önemi yoktu artık. ‘Onların’ eline geçmemişti. O anda ölmüş olsaydı eğer, bu hal, ölüme çok huzurlu ve sakin bir gidiş olarak tarif edilebilirdi.
Şimdi günlerdir kaskatı kesilmiş vücudunun alabildiğine yumuşadığını, adeta pelteleştiğini hissettiği bu garip odada, gönül rahatlığıyla ağlıyor, ölümün kıyısından dönmüş olduğuna inanamıyordu. Eşber’in uzattığı bir tas çorbayı içerken gözyaşlarını dindiremiyordu.
“Sağol” dedi. “Hayatımı kurtardın.”
Eşber cevap vermedi. Bu briket ve taş, tahta ve çamur karışımı evin etrafını saran vahşiliğin aksine, yumuşak ve utangaç bir gülümseme ile baktı. Onun âleminde hayat, sık sık kurtarılan bir şeydi. Kurtlarla her oyununda kendi hayatını bir kez daha kurtarıyordu. Bu yüzden teşekküre değmezdi. Fidan çorbasını içti, gözyaşlarını sildi ve hayatını kurtarmış olan bu sarı benizli adamın karşısındakine neşe veren beyaz dişlerine baktı. Güvende olduğundan emindi artık. Eşber çay demledi, aynı sandalyeye bağdaş kurdu ve demiryolunun yanında ne aradığını soran bir ifadeyle yüzüne baktı. Kasaba epeyce uzaktaydı, tren yolunun yakınında değildi, hem olsa da dağlar arasında kendi hayatını sessizce yaşayan küçücük kasabada tren durmazdı. Mavi mantolu kadın nasıl olup da onun bu mahzun, ağlamaklı evine uzanan bir yola düşmüştü?
Fidan konuşması, bir şeyler anlatması gerektiğini hissetti ve küçük bir hikâye uydurdu. Avukat olduğunu, hapse attırdığı bir adamın kardeşlerinin peşine düştüklerini ve onu tam öldüreceklerken kendini trenden attığını söyledi.
Eşber buna hemen inandı. Görüntüsü daima karlı olduğu için sesini dinlemekle yetindiği televizyondan anladığı kadarıyla, büyük ve karışık bir dünya vardı dışarıda. Orada insanlar çok kalabalıktılar. Kurtlarla arasındaki savaşa benzer, acımasız bir savaş hüküm sürüyordu. Adının Fidan olduğunu söyleyen bu ince ve güzel kadının yüzündeki korku izleri de bunun bir kanıtıydı. Dağların ardındaki dünyaya dair bir yığın soru sordu. Başka türlü bir vahşeti anlamaya çalışıyordu. Fidan, Eşber’in ruhunu okşayan yumuşak sesiyle cevaplar verdi, kalabalık şehirlerle ilgili ve karanlık hikâyesini güçlendiren bir sürü şey anlattı. O gece Fidan’ın çantasında kalan iyi cins sigarası bitti, Eşber’in kötü sigarasından içti ve buna çabucak alıştı.
Gecenin geç bir saatinde kurtların sesini duydu. Bu ölümcül oyunun müptelaları birer birer gelerek evin etrafını sardılar, tavuklar korkuyla gıdakladılar. Kurtlar ulurken Eşber hiç istifini bozmadı. Fidan’a korkacak bir şey olmadığını söyledi, kurtların arzuyla bekledikleri oyuna girişmedi. Sonra Fidan’ı gürül gürül yanan sobanın bulunduğu sıcacık odada bıraktı, tavukların bulunduğu odaya kendine bir yatak serip yattı.
Eşber o gece ilahi bir armağana kavuştuğuna inandı, huzur içinde uyudu. Fidan ise gece boyunca hesaplar yaptı. Peşindeki adamları ihbar etmişti. Onların yakalanacağı ve kendisinin de öldüğüne inanacakları kadar uzun bir zaman boyunca bu garip evde yaşayabilir, yaşadığına dair izleri silebilir, bundan sonra, yaşadığı şehre geri döndüğünde ne yapması gerektiğini düşünebilirdi. Geyikli duvar halısına elini dayayarak ve gözlerini karanlığa dikerek öylece yattı. Sürekli yer değiştirerek, her an ölümle burun buruna gelerek yaşadığı günlerin ürpertisiyle eli ayağı buz kesti. O anda, kurtların korkunç sesleri, şehirde yaşadığı vahşet duygusunun yanında masum bir şarkı gibi kalıyordu.
Sabah uyandığında Eşber’i sobayı doldururken buldu. Sarı benizli adam çoktan kalkmış, çayı demlemiş, alabildiğine sessiz hareketlerle misafirinin uyanmasını bekliyordu. Köy peyniriyle, köy ekmeğiyle kahvaltı ettiler. Sonra Eşber pencereden makas kulübesini gösterdi ona. Orada olacaktı. Korkacak bir şey yoktu. İstediği bir şey varsa söylemesini istedi. Makinistlere ısmarlayabilirdi.
Fidan o günü keyifle geçirdi. Uzun bir süreden beri ilk kez huzuru tatmıştı. Bütün gün divanda uyudu, uyandığı anlarda hayatta olduğuna inanamadı.
Ertesi günlerde kar bir yağdı, bir durdu. Yağdığı zamanlar durduğu zamanlardan fazla oldu. Kimi zaman iki metrekarelik makas kulübesinde oturup gelen geçen trenlere bayrak sallamaya giden Eşber’i daha iki adım atmadan bir kardan adama benzetti, kimi zaman güneş ışıklarıyla karıştı, dağların üstüne altın tozu serpilmiş gibi oldu. Fidan evden hiç çıkmadı, Eşber’in her sabah iyice doldurup yaktığı sobaya odun attı, geyikli duvar halısına bakarak kendini ve geleceğini düşündü, öylece oturup durmaktan sıkılsa da, bu saklanmanın yaşaması için şart olduğuna kendini inandırdı. Kendini buna inandırırken Eşber’in kibritlerini birer birer yakıp üflüyordu.
Her akşam yaptıkları uzun sohbetler Eşber’in yüzündeki sarılığı yavaş yavaş gidermişti. İçine tuhaf bir neşe dolmuş, kurtları unutmuştu. Hayata karşı garip bir bağlanma hissediyordu. Artık var olmak için kurtlara ihtiyaç duymuyordu. Her akşam konuşan, gülen, yemek yiyen bir kadın; evini, hayatını, kafasını doldurur olmuştu. Maaşını önemsemeye başlamıştı. Artık makas kulübesine doğru gelirken iyice ağırlaşan trenlerin makinistleriyle daha çok konuşuyor, onlardan gazete, kitap, meyve, iyi çay ve sigara getirmelerini istiyordu. Değişmişti. Her zaman ölümcül bir yalnızlığa gider gibi ayaklarını sürüyerek gittiği evine yaşamak arzusuyla dolup taşarak gidiyordu. Makas değiştirecek bir treni kulübesinde beklerken, pencereden görünen lojmanına bakıyor, içinde bir kadının oturmakta olduğu aklına yeniden geliyor, bu duygu içini coşturuyordu.
Fidan’ın güneşli ışıltılar saçan saçlarını, güldüğü zaman sadece bir yanağında beliren gamzeyi, ellerinin kar gibi beyaz olduğunu düşünüyor; göğsünde bir boşluk, ancak onun güzel kokulu saçlarını bastırırsa dolacağını sandığı bir boşluk hissediyordu. Onu taşkın bir neşeye sevk ederek trencilerin dikkatini çekmesine neden olan da, sıcak ve sarışın başı bastıramadığı için derin bir sızı duymasına neden olan da, o içindeki bu boşluktu.
Bazen evinde bir kadının yaşadığını kimsenin bilmiyor olması onu anlaşılmaz bir coşkuya sürüklüyordu. Bu gerçek, bütün dünyayı ilgilendiren müthiş bir sırmış gibi heyecanlanıyor, o kadının varlığını dağlara doğru haykıramamak, bu olağanüstü şeyi kimselere söyleyememek ağır bir yükmüş gibi altında eziliyordu. Bazen de gecelerini dolduran şakrak bir kadın sesinin, rastlantıyla tenine değdiğinde ateşe değmiş gibi yandığı beyaz ve ince parmakların gerçek olmadığı; bütün bunların kör eden beyazlık karşısında ağır ağır ölen aklının bir uydurması olduğu sanısına kapılıyor, ikide bir bu gerçekliği sınamak için kulübeden çıkıp koşarak eve gidiyor, soluk soluğa vardığı evde, Fidan’ı neden geldiğini soran gözlerle karşısında bulunca, derin uykusundan uyanmış bir uyurgezer gibi şaşkın, cevapsız öylece kapıda dikiliyordu.
Aynı gün içinde türlü türlü ruh hallerinden geçiyordu. Artık gelmesine az kalmasına rağmen baharı da beklemiyordu. O kış, bahar beklenmedik bir biçimde evine gelmişti zaten. Bu beklenmedik baharı nasıl memnun edeceğini bilemiyor, ona canının ne istediğini sormaya utanıyor, gece boyunca her hareketini, arzu ettiği şeylerin ne olduğunu anlayabilmek ümidiyle takip ediyordu.
Susmaya alışmış, sanki bir kutuya kapatılmış gibi sıkışmış olan bu yürek açılmıştı, durmaksızın konuşuyordu. Eşber’in konuşması bir silsile takip etmiyor, daldan dala atlıyordu. Uzak ama sıcak bir kasabada oturan ablasının r’leri söyleyemeyen kızından, karların erirken çıkardığı sese geçiyor, makinistlerin huylarından, maaşların azlığından, ama burada fazla para gerekmediğinden, yakın bir köydeki koyun peynirinin lezzetinden söz ederken birden dağları basan kuş sürülerine atlıyor, sessizliği dağıtan sesleri, dağların ruhunu anlatıyor, bu sıçrayışlar, garip tanımlar Fidan’ı ürkütüyordu.
Yalnız bunlar değildi Fidan’ı ürküten. Eşber’in gözlerinde aşk görmeye başlamıştı. Konuşurken Eşber’in onu dinlemediğini, gözlerine, ellerine, vücuduna dalıp gittiğini, her lokmayı yuttuğunda, Eşber’in kendi yutmuş gibi, sigaradan her nefes çektiğinde Eşber’in kendi çekmiş gibi garip bir hale büründüğünü görüyor, unuttuğu korku başka bir kılığa bürünerek ağır ağır içine sızıyordu.
Bir gece kasabanın ne tarafta kaldığını sordu. Eşber eliyle belirsiz bir yönü işaret ederek, “Şu dağın arkasında…” dedi. Sesinin tonunda hiçbir zaman ulaşılamayacak bir dağı tarif etmiş olmanın marazi üstünlüğü vardı. Öyle tuhaf ve ürkütücü bir ifadeydi ki yüzüne hâkim olan, Fidan masumca sorduğu ve cevabını alamadığı bu soruyu bir kez daha sorup, kasabanın hangi dağın ardında kaldığını öğrenemedi.
Bu kederli evin hiç duymadığı kadar çok ses ve sözle birçok uzun gün ve gece geçti.
Fidan, artık gitme zamanının geldiğine karar verdi. Peşindekiler bir yana, ona artık ıstırap veren bu biteviye beyazlık, bazen durmaksızın yağarak evi yutacağını sandığı kar, her gece etrafta dolaşan ve seslerinde bir kan çağrısı taşıdıklarını hissetmeye başladığı kurtlar, Eşber’in giderek marazi bir hal alan tutkunluğu, birbirinin aynı geçen günler onu neredeyse peşindeki karanlık adamlar kadar korkutmaya başlamıştı. Eşber’in âşık gözlerle ona bakmakla yetinmeyeceğini, hayatına ortak etmek isteyeceğini hissediyordu. Başka bir hayatı yaşamaktı bu, kendine olmayan bir elbiseyi giymekti. Son gece sadece bunları düşündü, hiç uyuyamadı ve bu yüzden kurtların seslerinin sandığından daha vahşi olduğunu fark etti.
Ertesi sabah çay demlemek için odaya giren Eşber, Fidan’ı trenden kendini attığı sırada omzunda olan ve birkaç adım ötesine yuvarlanan çantasını eline almış, onu taşırken dizlerine vurdukça içini tarifsiz bir sevinçle dolduran mavi mantosunu giymiş bir halde görünce bembeyaz kesildi.
“Ne oldu?” diye sordu. “Niye giyindin?”
“Gideyim artık” dedi Fidan. Sesine olabildiğince tatlılık vermeye çalışarak, “Her şey için sana minnettarım. Ama bu kadar misafirlik yeter. Annem babam beni arıyorlardır. Merak etmişlerdir. Beni trene bindirir misin?”
“Olmaz” dedi Eşber. “Olmaz, mümkün değil, gidemezsin.”
“Neden?”
Eşber uzandı, Fidan’ın çantasını çekip aldı, divanın üstüne fırlattı.
“Sen bana geldin…” dedi, olup bitene inanamıyormuş gibi bakarak.
Gerçekten inanamıyordu. Fidan ona gönderilmiş bir bahardı, boş günlerini, suskun saatlerini doldurması, acıklı yalnızlığını gidermesi için ilahi bir şekilde karşısına çıkan, ona ait olan bir şeydi. Onun böyle göz göre göre gitmesine dayanması, onu eliyle trene bindirmesi mümkün değildi. Şaşkın bir yüzle, alabildiğine yumuşak bir sesle:
“Burada rahat değil misin?” diye sordu.
Yüzünde bütün tasarruf hakkını saklı tutan iyi niyetli bir sahibin kölesine bakışı gibi tatlı, masum, ama bir o kadar da acımasız bir ifade vardı.
Fidan o an aralarında müthiş bir savaşın başlayacağını ve bu savaşın ancak birinden birinin ölümüyle biteceğini anladı. Dizlerinin bağı çözüldü, korku adamları peşindeyken ayakta kalan, direnen, ev ev, sokak sokak koşturan, her geceyi başka bir çatı altında geçiren, amansız koşuya günlerce dayanan vücudu, bu yumuşak ve sakin soru karşısında bir anda çözüldü ve yere yığıldı.
İlk yaptığı şey susmak oldu. Dağların ve karların aklını adeta emdiği, sonra kendine ait bir parça olarak, kendi haline bıraktığı bu adamı konuşarak ikna etmesine imkân olmadığını hissediyor, bu yüzden hiçbir şey söylemiyordu. Zihnine iğne gibi batacak bir sözün, garip bir âlemin meczubu olan bu adamı çılgına çevirebileceğinden korkuyordu. Onun eline düşmüştü, bu sonsuz beyazlığın hâkimi Eşber’di. O gece, ertesi gece ve sonraki geceler boyunca sustu. Eşber konuşuyordu. Kendine ait anlatacakları çoktan bitmiş olan, Fidan’ın gitmek istiyorum dediği günden beri, yüzü yine perde perde sararan bu adam, takvim yapraklarından aklında kalan ne varsa, büyük ve kalabalık şehirlerden gelen tren görevlilerinin anlattıkları ne varsa, sesini dinleyip düşlerinin uzak yerlere açılmasını sağlayan televizyondan duyduğu ne varsa hepsini birer birer anlatıyor, ama ne yapsa Fidan’ın gülümsemesini, yanağındaki o dokunmak hattâ öpmek istediği gamzenin belirmesini sağlayamıyor ve kahroluyordu.
Fidan ertesi gün evden çıkıp kar altında öylece dikildi. Beyaz ve üzerinde hiçbir işaret olmayan bir labirente düşmüş gibiydi. Doğu neresiydi? Batı ne taraftaydı, kasabaya nasıl gidebilirdi? Bu soruların cevaplarını bulamıyor ve gerçek bir tutsak olduğunu anlıyordu. O, burnu havaya dikili bir halde belki koklayarak, belki hissederek bir çıkış yolu bulmak için bütün varlığını doğaya teslim ederken, Eşber makas kulübesinin nefesiyle buğulanmış camından onu izliyor, hastalıklı bir gülüş, yüzündeki acıklı ifadeyi daha da artırıyordu. Artık hayatının anlamı, ona zamansızca gelen bu baharı korumak ve sonsuza kadar elinde tutmaktı. Gözünü evinin kapısından ayırmıyor, Fidan çıkacak olsa hemen yanında bitiyor, onun için hediyeler ve taze meyva ısmarlıyor, bütün bunlara karşılık alamasa da, hayatın böyle sürüp gitmesinden hoşlanıyordu.
Fidan gündüz geçen trenlerin ona yararı olamayacağını anlamıştı, gece geçen bir tren dikkatini çekti. Vakit gece yarısına yaklaşırken bu mütevazı tren, sessiz sedasız geliyor, homurtusu usulca eve sızıyor, pencereleri geceyle örtülü olan evin camlarına, yolcu vagonlarının ışıkları hızlı görüntüler halinde yansıyordu. Eşber gece boyunca geçen başka bir tren olmadığı için akşamdan ona yol verip evine geliyor, hafif bir yokuş çıkarak karla kaplı düzlüğe ulaşan tren, Eşber’in evinin önünden geçerken iyice yavaşlıyordu. Fidan kurtuluşunun bu trende olacağını hissediyor, ama ona binip gitmenin yolunu bir türlü bulamıyordu.
Bahara çok az kalmış olmasına rağmen, kışın iyice ağırlaştığı bir geceydi. Kuzine odun kütüklerini yalayıp yutuyordu. Camlar ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Eşber’in üstüne bir sessizlik gelmişti. Makinistlere ısmarladığı portakalların kabuklarını ince ince kesiyor, sanki sustuğu için bu haliyle Fidan’a gözdağı veriyordu. Halinde sabrının sonuna gelmiş bir sahip edası vardı. Fidan onun bu halinden korkmaya başlamıştı.
Sessiz sedasız gelen ve dağların arasından geçerek kalabalık, ışıklı, güvenli şehirlere giden trenin sesini beklerken kurtların ulumalarını duydu. Yine dağlardan iniyorlardı. Fidan bir an onların özgür olduklarını düşündü. İsterlerse bir trenin peşinde saatlerce koşabilirler, isterlerse ölebilirlerdi. İçini çekti. Eşber ise bu bitmeyen suskunluktan ince bir öfke duymaya başlamıştı. Kurtların ulumalarını duyunca, yerinden kalktı, Fidan’ı şaşırtan bir şekilde pencereyi açtı. Sanki kırık buzlarla dolu bir hava odaya doldu. Fidan soğuktan ve bu vahşi ulumalardan ürperdi. Eşber her gün makas kulübesine giderken yanına aldığı tüfeğini duvardan indirdi ve kurtların evinin etrafını sarmalarını, ona yaklaşmalarını bekledi. Tavuklar yine gelmekte olan tehlikenin korkusuyla bağrışmaya başlamışlardı. Eşber camdan sarkarak kurtlara bağırıyor, onların dikkatini çekiyor, Fidan geldiğinden beri oynamadığı ve çok özlediği oyuna hazırlanıyordu. Kurtlar pencerenin önüne yakın bir yerde biriktiler. Sesleri ürperticiydi. Fidan’ın eli ayağı titriyordu. Ölecek gibi korkuyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Eşber tüfeğini doğrulttu, bir kurdun gözüne nişan aldı, tam ateş edecekken Fidan “Yapma!” diye bağırarak Eşber’in üzerine atıldı. Tüfek patladı, incecik bir kıvılcım gökyüzüne doğru sanki bir iz bıraktı. Kurtlar dağıldılar.
Günlerden beri ilk defa Fidan’ın ağzından çıkan bu kelime Eşber’i sersemletti. Sanki Fidan’ın canını yakmış gibi acı duydu, tüfeğini elinden attı, perişan bir yüzle ona baktı. Ne olduğunu kavrayamadığı bir tuhaf hal içindeydi. Yere çöktü, aralıksız olarak Fidan’a bakmaya başladı. Sanki ondan bir emir bekliyordu. Garip ve acıklı bir hali vardı.
Fidan gözlerini yumdu, gözünün önünde iki resim belirdi. Birinde kurtlar vardı; çelik ışıltılı gözleri, güçlü çeneleri ve sivri pençeleriyle, içini ürperten ulumalarıyla kurtlar, diğerinde Eşber. Öyle ürkütücü bir resimdi ki bu, makas kulübesinin camından aralıksız kendisini gözlüyor, sağ elmacık kemiğindeki seğirme, hastalıklı gülüşünü daha da korkunç bir hale sokuyordu.
Kurtların hafiflemiş ulumaları arasında yokuşu çıkmakta olan trenin sesini duydu. O trende bir kompartımanda yolcuların yufka ekmeğinin içine kötü kokan bir peyniri sarıp yediklerini, dalgın bakışlarını uzakta bir noktaya diktiklerini, ağır ağır sigara içtiklerini, trenin camlarında kendi gamlı yüzlerini gördüklerini düşündü. Onlar sabah olunca aydınlık ve kalabalık bir şehirde trenden inecekler, yüklerini sırtlayarak şehrin çamurla kaplı damarlarına dağılacaklar, hayatın onlar için hazırladığı sahnelerde yerlerini almak üzere kalabalığa karışacaklardı. O hayatın içinde karanlık yüzlü adamlar da olsa, her zaman bir kurtuluş ümidi bulunabilirdi. Bu, kendisini bekleyen ölüm tehlikesine bile özgürce yürümekti. Çok kısa bir an içinde bütün bunlar aklından geçti, gözlerini açıp Eşber’e baktı. Eşber büyülenmiş gibi oturuyordu.
Bu büyülenme ânının fazla sürmeyeceğini hissederek birden yerinden fırladı. Üstünde ince bir kazak, ayağında çorapları vardı. Müthiş bir cesaret ve güçle kapıyı açıp kendini dışarı attı. Az sonra tipiye dönüşecek bir kar yağıyor, onu hayata götürecek tren nazlı nazlı geliyordu. Karlara bata çıka koşmaya başladı. Kurtların seslerini duyuyor, ama tuhaf bir şekilde onlardan hiç korkmuyordu. Sanki az önce gözlerini kurtardığı bir kurt onu bütün tehlikelerden koruyacaktı.
Trenin evin önündeki demiryolundan geçmekte olduğunu gördü. Bu homurtular saçan demir yığınına, tekerleklerinden kıvılcımlar fışkıran mucizevi taşıta ulaşmak için koşuyor, ama dizine kadar battığı kar onu engelliyordu. Eşber’in gecenin karanlığında yankılanan sesini duydu. Ses değil, canhıraş bir feryattı bu. “Gitme!” diyordu. Onu çağırıyordu.
Trenin kapısına kadar gelmişti, uzanıp açmayı başardı, ama bir türlü binemiyordu. Trenin yanı sıra koşuyordu. Eşber’in ona çok yaklaştığını hissediyor, soluğunu neredeyse hissediyor, ama arkasına bakmaya korkuyordu. Sonra bir elin kazağına tutunduğunu ve onu aşağıya doğru çektiğini hissetti. Bu ölüme çekmekti. Fidan o trene binemezse öleceğini hissediyordu. Eşber’in güçlü elleri onu kazağından çekerken, trene binmeyi başardı ve buz kesmiş ellerinin bütün gücüyle trenin kapısındaki demir kola yapıştı. Kar gözlerine doluyor, trenin yarattığı buzlu bir rüzgâr gücünü kesiyordu.
Kurtların çılgınca artan seslerini duydu. Az sonra arkasından onu çeken güç kayboldu. Fidan ardına baktığında, kurtların Eşber’in çevresini sardıklarını gördü.
İlk kez tanık olduğu bu oyunu kimin kazandığını düşünmek istemedi.